17 Ekim 2009 Cumartesi

bu başlık TAHSİS edilmeli

Televizyon, gazete, dergi gibi irili ufaklı medya fabrikalarının hammaddesi dil, yani lisan, yani kelimeler. Dilsiz bir televizyon, kelimesiz bir gazeteden olsa olsa bir bienal yerleştirmesi çıkar. Ama dili, yani kelimeleri, ekserisi cıvıl bir cıvıklık imal eden bu fabrikaların maliyet listelerinin en dibinde bulabilirsiniz ancak... Bütün kelimeleri bir araya getirseniz, sözgelimi frapan bir dekora kakılmış plazma kadar değeri yoktur eğlence ve enformasyon fabrikatörlerinin çoğunun gözünde...
Gazeteler yazım yanlışlarıyla, bozuk cümlelerle dolu. Elinize kırmızı kalemi alıp tashihe kalktığınızda sayfalar kızamık çıkarıyor. Lakin bu vahametin musahhihlerle bir alakası yok. Benim tanıdıklarımın hepsi dili yiyip bitirmiş, işinin erbabı insanlardı. Hatta büyük çoğunluğu kelimelere, ertesi gün gazeteyi açıp baktığında hata görünce kendine kahredecek kadar da takıntılı ve âşıktı. Mesele, maliyetler hesaplanırken çoğu patronun gazetelerin hazırlandığı gepgeniş alanların bir köşeciğine birkaç musahhih daha oturtmaktan imtina etmesi. Bırakın birkaçını daha istihdam etmeyi, tenkisat dönemlerinde atılacakları arayan acımasız radara ilk yakalananlar arasında genellikle musahhihin üç otuz kuruşluk maaşının da olması. Sekiz sütuna manşetlerde bile hata görüyorsanız, sebebi budur...

CESUYİT CENOVA'DA SİVİL SAVAŞ...
Televizyonlardaki film ve belgesellerin birçoğundaki çeviri hatalarını alt alta yazmaya kalksanız, ortaya çıkacak eser Redhouse'un İngilizce-Türkçe sözlüğünü sollar. Halkımız sözgelimi “Geneva”yı (Cenevre yani) Cenova, “civil war”u (yani iç savaş) sivil savaş diye belledi artık. Ya da sözgelimi Jeremy Irons ile Robert de Niro'nun oynadığı meşhur Mission filmini izledikten sonra hikâyedeki vicdanlı rahiplerden etkilenip haklarında Türkçe bilgi aramaya kalksanız bulamazsınız. Zira 'Cesuyit' diye bir kelimenin peşine düşmeniz gerekecektir, ki yok. Cizvit var...
Bunda da çevirmenlerin kabahati yok, zira çeviri o televizyonların maliyet toplantılarındaki 'Bilader, nasıl ucuza çıkarırız bu kalemi?' sorusunun konusudur. Cevabın da, 'Bizim anadolu lisesinden mezun bi yeğen var, veririz harçlığını, çevirir' veya 'Düşündüğün şeye bak, zibil gibi part-taym iş arayan İngiliz dili edebiyatı talebesi var' şeklinde geliştirildiğinden pek kuşkum yok... Koyarlar pırıl pırıl, saf gençlerin cebine üç beş kuruş, çevirtirler, o çocuklar ne yapsın yani? 

Maliyetler açısından bu oldukça rahatlatıcı yöntemi bazı yayıncılar da kullanır... Tuğla gibi klasikleri mesela talebelere verirler. Talebeler uğraşıp didinip öyle ya da böyle çevirirler... Sonra çeviri ehil bir redaktör tarafından elden geçirilip az çok adam edilir... Redaktör parasını genellikle alır, talebe ise almak için bin takla atmak zorunda kalır... Dişli, açıkgöz bir gençse, ki böyleleri azdır, binlerce telefondan, mailden sonra, taksit taksit koparır parasını... Ama çoğunluğu yıldırılır, parayı 'lanet olsun' deyip bırakması için elden gelen yapılır... Bazen 'olmamış çeviriniz, çok kötü' denerek, talebenin zaten zayıf olan özgüvenine oynanır, para isteyecek mecali kalmasın diye... Bazen de 'bir kitap daha vereceğiz, hele bunu da yap ondan sonra hepsini alırsın' türünden ayak oyunları oynanır...

SAKAR YA HUT SİLİS TİRE... 
Mevzu bahis fabrikaların bir kısmının çevirici-yazıcı-düzeltici işçileriyle ilişkilerinde, kağnı hızıyla da olsa, eskisine kıyasla nispi bir iyileşme olduğunu teslim ederim. Ayrıca sayıları çok az da olsa bazıları, dile gereken önemi vermek; doğru kelimeleri bulmakla hayatını kazanan, bu meslek uğruna gözünü, zihnini, omurgasını hırpalayan insanlara dürüst ve takdirane davranmak hususunda epey mesafe kat etmiş görünüyor. Fakat manzarayı belirleyen hâlâ 'yangında ilk bırakılacak' muamelesi, bu insanlara yaşatılan cehennem azabı... Halbuki şimdi tutup da o fabrikatörlere sayfalarına ve ekranlarına nakarat ettikleri 'vatan millet sakarya'daki sakarya'nın ilk harfi büyük mü yazılır küçük mü diye sorsanız, cevap verebilirler mi merak ederim... Türklüğü seviyorsunuz anladık, bir de Türkçe'yi sevseniz tadından yenmezsiniz...

Ona buna ahmetvardarvari çağrılar çıkarıp bağlanan yazılardan hazzetmiyorum... Ama bu kez dayanamayıp ben de öyle yapacağım... İslami televizyon kanallarının idarecilerine, yukarıda yazdıklarımla yarı-alakalı bir mevzuda bir çağrım, hadi çağrı demeyelim, onlardan bir istirhamım olacak... Muhteremler, madem kesip biçeceksiniz ve sansürleyerek tercüme edeceksiniz, ecnebi film yayınlamayın yahu... Ne luzüm var... İçtiği rakılar ve de attığı zarlar fitil fitil burnundan gelen günahkâr hikâyeleriyle gayet iyi idare edip gidiyorsunuz işte... Güzelim 'Esaretin Bedeli' filmini baştan sona kuşa çevirip canına okumanızdan hadi geçtim, filmdeki en kilit ve güzel sahnede (Endi Dufreyn'in gaddar başgardiyana 35 bin dolarlık mirası vergisiz cukkalatmayı önerdiği o muhteşem sahne) 'biralar' meşrubat olmuş da iyi mi olmuş sanki... Günahı birayı vecd halinde yudumlayan Morgın Frimın'ın boynuna, sizi niye kasıyor?  


(Milliyet Sanat, Nisan 2008)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder