17 Ekim 2009 Cumartesi

bir hazinenin sessiz bekçileri...

Kahramansız olmuyor. Zihinsel engelli bir dev misali yekindikçe etrafı kırıp döken (devin aslında pamuk gibi bir kalbi olduğunu not edeyim hemen; nasıl iflah olmaz bir iyimser, ne kusursuz bir umut budalasıysam artık...) bu diyarlarda en azından, olmuyor. Herkesin kendi kavlince bir kahramanı var; kiminin gözü mavi başı açık, kiminin namı küçük görevi büyük, kiminin kaşı çatık ruhu tetik... Say say bitmez yani...
Benim de kahramanlarım var. Bu derginin okumak-seyretmek-düşünmek bakımından toplumun geneline kıyasla ileride olması beklenir okurlarının bilmesi beklenir olup da büyük çoğunluğunun bildiğini pek sanmadığım kahramanlar... Onlarla ve yaptıklarıyla tanışma bahtiyarlığına eriştim, o zamandan beri de necip basınımızda haber değeri taşımayan eşsiz faaliyetlerini pür dikkat takibe gayret ediyorum... Kadınların başındaki örtüye iki ucundan yapışmış çekiştiren erkeklerin yaygalarından başka şeyleri işitmeye mecali kalanlara onları anlatmak isterim...  

'YANLIŞ' DİL...
Her kelimesi seksen yıldır sağır kulaklara çarpan, yokluğa mahkum edilip bitirilmek istenen bir dili yaşatmaya çalışmanın nasıl bir mesai olduğunu hiç düşündünüz mü? Ubıhçayı konuşan son kişinin vefatına dair gazetelerde boy boy haberler okuyup (tabii ki öyle olacak, elbette çok mühim), on beş milyon insanın kanlı canlı konuştuğu bir dile dair tek kelime edilmemesinin ne manaya geldiğini? Bunun, yedi yaşına geldiğinde kendisine, anasının ak sütler misali ağzına koyduğu dilin 'yanlış' olduğu söylenenler için nasıl bir isyan sebebi olabileceğini ya da?
Bütün hayat damarları envai çeşit yasakla tıkanmış bir lisanı yaşatmak kolay iş olmasa gerek. On binlerce kelimeden menkul kadim bir dili, sözgelimi cenazelerdeki ağıtlar ve buğday dövülürken söylenen şarkılardan alıp, hiçbir akademik destek görmeden, sıfır beklenti ve taltifle (taltif ne kelime, kötekle) tekrar edebiyat dili düzeyine taşımaya çalışmak, taşı un edecek sabır ve bütün bir hayatın fedası anlamına gelse gerek... 
Yaşarken giydiği bembeyaz, yakasız gömleklerin temizliğiyle faniliğe kefen giydirip sonsuzluğa varan Mehmed Uzun'u düşünün. Anadilinden binlerce sayfayı, doğup büyüdüğü ülkede o dil zifiri yasaklarla katledilirken, sadece Rus, Avrupa ve Ermeni üniversitelerinin yayınlarına ve kendi belleğine dayanarak, yetiştiği topraklara binlerce kilometre uzaklıktaki İsveç'te yazdı. Hiçbir beklentisi olmadan, karşılık bulup bulmayacağını bilmeden, akıl almaz bir idareyle yarattı romanlarını... Avesta Yayınları da o romanları, gözünü kırpmadan Kürtçe yayınladı. Hem de nasıl güzel tasarımlarla, tertemiz baskılarla... Ve şükür ki o romanlar sonradan Türkçe'ye çevrildi de okuyabildik...

SATURN'Ü OKUYABİLMEK...
Remezan Alan'ın Kürtçe bilip okuyanlar tarafından övgüyle karşılanan 'Saturn' romanını (Avesta Yayınları, 2002) merak edenlerin önünde ise iki seçenek var: Ya Kürtçe öğrenecekler (barış isteyenlerin kardeş halkın dilini öğrenmeyi düşünme vakti gelmedi mi artık?) ya da Kürtçe'nin bütün zincirlerinden kurtarılıp akademik düzeyde çalışılması için mücadele edecekler... Zira Remezan Alan'ın küskünlüğünü gidermek sanırım hiç kolay olmayacak... 
Kawa Nemir'in kurduğu ve ne yazık ki artık yaşamayan Weşanên Bajar'dan (Bajar Yayınları) yayınlanan kitaplara tesadüf edeniniz var mı peki? Büyük bir özenle Kürtçe'ye çevrilip sert kapak ciltlerle pırıl pırıl basılmış Walt Whitman'ları, Shakespeare'leri, Edgar Allan Poe'ları, William Butler Yeats'leri hiç gördünüz mü? Peki Bajar'ın onlarca kitabı, nasıl bir deli cesareti ve muazzam bir mesaiyle yayınladığını, bu uğurda bazı insanların hayatlarını ve geçimlerini nasıl ortaya koyduğunu merak ettiniz mi hiç?

LÎS VE DON KİŞOT...
Lâl Laleş ve arkadaşlarının nice gayretlerle hâlâ yaşattığı Lîs Yayınları'nı ise belki duymuşsunuzdur... Şeyhmus Diken şunları yazmış Lîs'e dair: “Diyarbekir’in iki dilli, ama çarpık ya da çatal olmayan dilli bir yayınevi var. 2004'ün güzünde, amiyane tabiriyle, Don Kişotça yayıncılığa başlamış bir yayınevi, Lîs. Üç yıl içinde 51 kitap yayınlamış ki, 'benimben' diyen yayınevleri için bile kolay rakam değil. En az üçte ikisi Kürtçe, geri kalanları da Kürtçe-Türkçe olarak iki dilli ve birkaçı da Türkçe kitaplar." En son Türkçe yazan beş kadın yazarın öykülerini, Lâl Laleş ve Dilawer Zeraq'ın tercümesiyle Kürtçe yayınladı Lîs. Dizinin adı 'Mor Mühürler'. (Üşüyen - Efsirî - Sema Kaygusuz / Madrid'de Ölmek - Mırına Lı Madrîdê - Oya Baydar / İstasyonda Başladı Hayat - Jîyana Li İstesyonê Destpê Dike - Jaklin Çelik / Üç Başlı Ejderha - Ejdehayê Se Serî - Leyla Erbil / Yeni Kent Dedikoduları - Gelaciyên Bajarê Nû - Müge İplikçi.) Velhasıl Lîs, onca imkânsızlığa ve görmezden gelinmeye rağmen 'eylemlerini' sürdürüyor...


ER YA DA GEÇ...
İşte benim kahramanlarım, o 'eylemleri' tertipleyenler... Mehmed Uzun, Abdullah Keskin, Kawa Nemir, Lâl Laleş, Dilawer Zeraq, Roşan Lezgin, Remezan Alan ve daha niceleri... Yok edilmek istenen dillerini, kimseye müdanaa etmeden, yeri geldiğinde herkese rest çekerek, sessiz, mütevazı ve ağır mesailerle savunanlar yani... Bugün adlarını bilen çok olmayabilir, fakat günün birinde, bu toprakların paha biçilmez hazinelerinden birini korudukları için onlara sadece Kürtler değil, hepimiz teşekkür edeceğiz... 
Ve kim bilir, belki gün gelir, sınırlar kalkar, dünya herkes için koca bir memleket oluverir, ortada savunulacak vatan falan kalmaz... Ama dil dediğin o zaman da yaşayacak, üreyecek, ışık saçacaktır... Mehmed Uzun'un deyişiyle, anadili insanın onurudur, kainatta tek başına kalsa da savunur...


(Milliyet Sanat, Mart 2008)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder