17 Ekim 2009 Cumartesi

cennet meyhanesinde iki sene (*)

En sevdiğim yeğenimin, en iyi sırt kaşıyan ninesinin hiçbir şeyi, en manevi babam Reha Abi... İki senedir görünmüyorsun, işler hiç iyiye gitmiyor... Belki gidiyor, ben görmüyorum... Sözgelimi sana haber edeceğim bir sarıkız olaydı bahçemde, çoktan kesip yemiş olurdum... Rakının yanında, soteleyip ya da mangalda, sarıkız sodayla...
Sen gittiğinden beri yazdığın hikâyeleri tekrar tekrar okuyorum Reha Abi... Çok iyi bir hikâyeci derdim senin için, sen çok büyük hikâyeciymişsin abi... Kelimelerinin yorgun hikmeti, cümlelerinin kederli bilgeliği karşısında sık sık korkuya kapılıyorum, hemen suya uzanıyorum, uzandığım su genellikle yalnız olmuyor, o yüzden sabahları çekilmez oluyor, akşamları hep aynı oluyor abi... 
Bilirsin, sen varken Yazgıların Tableti'ni severdim en çok... 'Suça karşıdan bakmaya mani bir hayat yaşayan' ve 'Zekâsını bir tür ahlakla bozan' Murat Davman'ı severdim... Yokluğunun ilk zamanlarında Cehennemde Bir Şehit'i ondan daha çok sever oldum... 'Atları sahipleriyle değil, kayboldukları yerde başıboş çizen ılık yüzlü ressamı'... Şimdilerdeyse en çok Ah O Müstehcen Salınış'ı seviyorum... 'Sevdiğini görünce zıplayan oğlanın yanında yatıp kalanı, yukarıda ağlayan kadını'... 
Sonra Salınış'taki şu konuşmayı dönüp dönüp okuyorum... 
Seninle konuşuyormuş gibi, senin mağarana gelecekmiş gibi oluyorum okudukça:
“Sarsıl amca,” dedim, “görmüyor musun ki ben bir askerim...”
“Pantolonun neden yırtık, garnizon sana yeni esvap vermedi mi, yeğenim?” diye sordu, sakin.
“Velev ki asker kaçağı olayım, beni saklar mısın?” diye sordum ona.

Sen gittiğinden beri sivil kaçağım ve beni benden başka saklayacak kimse yok Reha Abi... 

Gitmene daha bir ay vardı, dünya futbol şampiyonasının çeyrek finalleri vardı ve sen keselenip pembeleşmek arzusundaydın... Burgaz'dan Bostancı'daki hamama giderken seninle, kara suların aktığı zeminine oturmuştuk vapurun ve büyükçe bir martıyı seçmiştik... Simite ekmeğe itibar etmiyor, sadece uçuyordu, bizim hizamızda, adeta bize bakarak... Bir müddet hiç konuşmadan onu seyrettik, o bizi seyretti... Toramandı, lakin zarif uçuyordu, ani manevra etmeden, sabırlı ve kalender... Birdenbire “Bizim için uçuyor” demiştin... Sonra beri yandan güzel bir kadın bize bakıverdi... Halimizi tuhaf buldu ihtimal, ondan bakıverdi... Güzel kadın bakınca biz de ona baktık, büyük martıyla irtibatımız koptu... Havai bir âna aitti belki kadının bizle alakası, artık bakmadı... Biz martıya dönelim dedik, martı artık yoktu... Bunu ben niye anlattım bilmiyorum, peki sen niye gittin abi?

Sen yokken sıkı kitaplar yazıldı, güzel filmler çekildi, kötülük baki kaldı abi... Sen olaydın burada, kötülüğü karides misali tuzlu suda haşlar, rakı eşliğinde ağır ağır kemirip film seyrederdik... Children of Men'i seyrederdik sözgelimi, sen çok severdin eminim ve bana bininci kez 'çocuk yap' derdin...
Hâlâ çocuk yapmadım, ama senin ardından senin için bir şey yaptım abi... Diyanet'e dilekçe yazdım, sadece şarap olmaz, ayıptır yazıktır günahtır, dedim abi... İntibaım anlayışla karşılandığım yönündeydi... Yanılmamışım... Geçenlerde cevap verdiler... Birkaç aya kalmaz cennet meyhanesinde rakı servisi başlayacakmış abi...
Senin ve sevdiklerin için yapabildiğim sadece bu oldu abi...

Sen gittiğinden beri işler kötü gitti Reha Abi... 
Güzel gülüşlü sevdiğimi küstürdüm... 
Lepiska saçlı babaannemi kaybettim... 
Ağzımın tadı firar edip göğsüme ağrı şeklinde iskan oldu... 
'Çehrem kızardı süs sanıp omzumu okşadılar'...
'Ödül aldım ama aslını bilen var'...
'Kazayla tercihi karıştırdım'...
'Neşem titredi'...

Sahi,
'Ölüm ne demektir Reha Abi?'  


(*) Reha Mağden, iki sene önce, 25 Temmuz 2006'da gitti. Yazıdaki italik kısımlar gitmeden önce yazdıklarından alınmıştır... 


(Milliyet Sanat, Temmuz 2008)

bu başlık TAHSİS edilmeli

Televizyon, gazete, dergi gibi irili ufaklı medya fabrikalarının hammaddesi dil, yani lisan, yani kelimeler. Dilsiz bir televizyon, kelimesiz bir gazeteden olsa olsa bir bienal yerleştirmesi çıkar. Ama dili, yani kelimeleri, ekserisi cıvıl bir cıvıklık imal eden bu fabrikaların maliyet listelerinin en dibinde bulabilirsiniz ancak... Bütün kelimeleri bir araya getirseniz, sözgelimi frapan bir dekora kakılmış plazma kadar değeri yoktur eğlence ve enformasyon fabrikatörlerinin çoğunun gözünde...
Gazeteler yazım yanlışlarıyla, bozuk cümlelerle dolu. Elinize kırmızı kalemi alıp tashihe kalktığınızda sayfalar kızamık çıkarıyor. Lakin bu vahametin musahhihlerle bir alakası yok. Benim tanıdıklarımın hepsi dili yiyip bitirmiş, işinin erbabı insanlardı. Hatta büyük çoğunluğu kelimelere, ertesi gün gazeteyi açıp baktığında hata görünce kendine kahredecek kadar da takıntılı ve âşıktı. Mesele, maliyetler hesaplanırken çoğu patronun gazetelerin hazırlandığı gepgeniş alanların bir köşeciğine birkaç musahhih daha oturtmaktan imtina etmesi. Bırakın birkaçını daha istihdam etmeyi, tenkisat dönemlerinde atılacakları arayan acımasız radara ilk yakalananlar arasında genellikle musahhihin üç otuz kuruşluk maaşının da olması. Sekiz sütuna manşetlerde bile hata görüyorsanız, sebebi budur...

CESUYİT CENOVA'DA SİVİL SAVAŞ...
Televizyonlardaki film ve belgesellerin birçoğundaki çeviri hatalarını alt alta yazmaya kalksanız, ortaya çıkacak eser Redhouse'un İngilizce-Türkçe sözlüğünü sollar. Halkımız sözgelimi “Geneva”yı (Cenevre yani) Cenova, “civil war”u (yani iç savaş) sivil savaş diye belledi artık. Ya da sözgelimi Jeremy Irons ile Robert de Niro'nun oynadığı meşhur Mission filmini izledikten sonra hikâyedeki vicdanlı rahiplerden etkilenip haklarında Türkçe bilgi aramaya kalksanız bulamazsınız. Zira 'Cesuyit' diye bir kelimenin peşine düşmeniz gerekecektir, ki yok. Cizvit var...
Bunda da çevirmenlerin kabahati yok, zira çeviri o televizyonların maliyet toplantılarındaki 'Bilader, nasıl ucuza çıkarırız bu kalemi?' sorusunun konusudur. Cevabın da, 'Bizim anadolu lisesinden mezun bi yeğen var, veririz harçlığını, çevirir' veya 'Düşündüğün şeye bak, zibil gibi part-taym iş arayan İngiliz dili edebiyatı talebesi var' şeklinde geliştirildiğinden pek kuşkum yok... Koyarlar pırıl pırıl, saf gençlerin cebine üç beş kuruş, çevirtirler, o çocuklar ne yapsın yani? 

Maliyetler açısından bu oldukça rahatlatıcı yöntemi bazı yayıncılar da kullanır... Tuğla gibi klasikleri mesela talebelere verirler. Talebeler uğraşıp didinip öyle ya da böyle çevirirler... Sonra çeviri ehil bir redaktör tarafından elden geçirilip az çok adam edilir... Redaktör parasını genellikle alır, talebe ise almak için bin takla atmak zorunda kalır... Dişli, açıkgöz bir gençse, ki böyleleri azdır, binlerce telefondan, mailden sonra, taksit taksit koparır parasını... Ama çoğunluğu yıldırılır, parayı 'lanet olsun' deyip bırakması için elden gelen yapılır... Bazen 'olmamış çeviriniz, çok kötü' denerek, talebenin zaten zayıf olan özgüvenine oynanır, para isteyecek mecali kalmasın diye... Bazen de 'bir kitap daha vereceğiz, hele bunu da yap ondan sonra hepsini alırsın' türünden ayak oyunları oynanır...

SAKAR YA HUT SİLİS TİRE... 
Mevzu bahis fabrikaların bir kısmının çevirici-yazıcı-düzeltici işçileriyle ilişkilerinde, kağnı hızıyla da olsa, eskisine kıyasla nispi bir iyileşme olduğunu teslim ederim. Ayrıca sayıları çok az da olsa bazıları, dile gereken önemi vermek; doğru kelimeleri bulmakla hayatını kazanan, bu meslek uğruna gözünü, zihnini, omurgasını hırpalayan insanlara dürüst ve takdirane davranmak hususunda epey mesafe kat etmiş görünüyor. Fakat manzarayı belirleyen hâlâ 'yangında ilk bırakılacak' muamelesi, bu insanlara yaşatılan cehennem azabı... Halbuki şimdi tutup da o fabrikatörlere sayfalarına ve ekranlarına nakarat ettikleri 'vatan millet sakarya'daki sakarya'nın ilk harfi büyük mü yazılır küçük mü diye sorsanız, cevap verebilirler mi merak ederim... Türklüğü seviyorsunuz anladık, bir de Türkçe'yi sevseniz tadından yenmezsiniz...

Ona buna ahmetvardarvari çağrılar çıkarıp bağlanan yazılardan hazzetmiyorum... Ama bu kez dayanamayıp ben de öyle yapacağım... İslami televizyon kanallarının idarecilerine, yukarıda yazdıklarımla yarı-alakalı bir mevzuda bir çağrım, hadi çağrı demeyelim, onlardan bir istirhamım olacak... Muhteremler, madem kesip biçeceksiniz ve sansürleyerek tercüme edeceksiniz, ecnebi film yayınlamayın yahu... Ne luzüm var... İçtiği rakılar ve de attığı zarlar fitil fitil burnundan gelen günahkâr hikâyeleriyle gayet iyi idare edip gidiyorsunuz işte... Güzelim 'Esaretin Bedeli' filmini baştan sona kuşa çevirip canına okumanızdan hadi geçtim, filmdeki en kilit ve güzel sahnede (Endi Dufreyn'in gaddar başgardiyana 35 bin dolarlık mirası vergisiz cukkalatmayı önerdiği o muhteşem sahne) 'biralar' meşrubat olmuş da iyi mi olmuş sanki... Günahı birayı vecd halinde yudumlayan Morgın Frimın'ın boynuna, sizi niye kasıyor?  


(Milliyet Sanat, Nisan 2008)

bir hazinenin sessiz bekçileri...

Kahramansız olmuyor. Zihinsel engelli bir dev misali yekindikçe etrafı kırıp döken (devin aslında pamuk gibi bir kalbi olduğunu not edeyim hemen; nasıl iflah olmaz bir iyimser, ne kusursuz bir umut budalasıysam artık...) bu diyarlarda en azından, olmuyor. Herkesin kendi kavlince bir kahramanı var; kiminin gözü mavi başı açık, kiminin namı küçük görevi büyük, kiminin kaşı çatık ruhu tetik... Say say bitmez yani...
Benim de kahramanlarım var. Bu derginin okumak-seyretmek-düşünmek bakımından toplumun geneline kıyasla ileride olması beklenir okurlarının bilmesi beklenir olup da büyük çoğunluğunun bildiğini pek sanmadığım kahramanlar... Onlarla ve yaptıklarıyla tanışma bahtiyarlığına eriştim, o zamandan beri de necip basınımızda haber değeri taşımayan eşsiz faaliyetlerini pür dikkat takibe gayret ediyorum... Kadınların başındaki örtüye iki ucundan yapışmış çekiştiren erkeklerin yaygalarından başka şeyleri işitmeye mecali kalanlara onları anlatmak isterim...  

'YANLIŞ' DİL...
Her kelimesi seksen yıldır sağır kulaklara çarpan, yokluğa mahkum edilip bitirilmek istenen bir dili yaşatmaya çalışmanın nasıl bir mesai olduğunu hiç düşündünüz mü? Ubıhçayı konuşan son kişinin vefatına dair gazetelerde boy boy haberler okuyup (tabii ki öyle olacak, elbette çok mühim), on beş milyon insanın kanlı canlı konuştuğu bir dile dair tek kelime edilmemesinin ne manaya geldiğini? Bunun, yedi yaşına geldiğinde kendisine, anasının ak sütler misali ağzına koyduğu dilin 'yanlış' olduğu söylenenler için nasıl bir isyan sebebi olabileceğini ya da?
Bütün hayat damarları envai çeşit yasakla tıkanmış bir lisanı yaşatmak kolay iş olmasa gerek. On binlerce kelimeden menkul kadim bir dili, sözgelimi cenazelerdeki ağıtlar ve buğday dövülürken söylenen şarkılardan alıp, hiçbir akademik destek görmeden, sıfır beklenti ve taltifle (taltif ne kelime, kötekle) tekrar edebiyat dili düzeyine taşımaya çalışmak, taşı un edecek sabır ve bütün bir hayatın fedası anlamına gelse gerek... 
Yaşarken giydiği bembeyaz, yakasız gömleklerin temizliğiyle faniliğe kefen giydirip sonsuzluğa varan Mehmed Uzun'u düşünün. Anadilinden binlerce sayfayı, doğup büyüdüğü ülkede o dil zifiri yasaklarla katledilirken, sadece Rus, Avrupa ve Ermeni üniversitelerinin yayınlarına ve kendi belleğine dayanarak, yetiştiği topraklara binlerce kilometre uzaklıktaki İsveç'te yazdı. Hiçbir beklentisi olmadan, karşılık bulup bulmayacağını bilmeden, akıl almaz bir idareyle yarattı romanlarını... Avesta Yayınları da o romanları, gözünü kırpmadan Kürtçe yayınladı. Hem de nasıl güzel tasarımlarla, tertemiz baskılarla... Ve şükür ki o romanlar sonradan Türkçe'ye çevrildi de okuyabildik...

SATURN'Ü OKUYABİLMEK...
Remezan Alan'ın Kürtçe bilip okuyanlar tarafından övgüyle karşılanan 'Saturn' romanını (Avesta Yayınları, 2002) merak edenlerin önünde ise iki seçenek var: Ya Kürtçe öğrenecekler (barış isteyenlerin kardeş halkın dilini öğrenmeyi düşünme vakti gelmedi mi artık?) ya da Kürtçe'nin bütün zincirlerinden kurtarılıp akademik düzeyde çalışılması için mücadele edecekler... Zira Remezan Alan'ın küskünlüğünü gidermek sanırım hiç kolay olmayacak... 
Kawa Nemir'in kurduğu ve ne yazık ki artık yaşamayan Weşanên Bajar'dan (Bajar Yayınları) yayınlanan kitaplara tesadüf edeniniz var mı peki? Büyük bir özenle Kürtçe'ye çevrilip sert kapak ciltlerle pırıl pırıl basılmış Walt Whitman'ları, Shakespeare'leri, Edgar Allan Poe'ları, William Butler Yeats'leri hiç gördünüz mü? Peki Bajar'ın onlarca kitabı, nasıl bir deli cesareti ve muazzam bir mesaiyle yayınladığını, bu uğurda bazı insanların hayatlarını ve geçimlerini nasıl ortaya koyduğunu merak ettiniz mi hiç?

LÎS VE DON KİŞOT...
Lâl Laleş ve arkadaşlarının nice gayretlerle hâlâ yaşattığı Lîs Yayınları'nı ise belki duymuşsunuzdur... Şeyhmus Diken şunları yazmış Lîs'e dair: “Diyarbekir’in iki dilli, ama çarpık ya da çatal olmayan dilli bir yayınevi var. 2004'ün güzünde, amiyane tabiriyle, Don Kişotça yayıncılığa başlamış bir yayınevi, Lîs. Üç yıl içinde 51 kitap yayınlamış ki, 'benimben' diyen yayınevleri için bile kolay rakam değil. En az üçte ikisi Kürtçe, geri kalanları da Kürtçe-Türkçe olarak iki dilli ve birkaçı da Türkçe kitaplar." En son Türkçe yazan beş kadın yazarın öykülerini, Lâl Laleş ve Dilawer Zeraq'ın tercümesiyle Kürtçe yayınladı Lîs. Dizinin adı 'Mor Mühürler'. (Üşüyen - Efsirî - Sema Kaygusuz / Madrid'de Ölmek - Mırına Lı Madrîdê - Oya Baydar / İstasyonda Başladı Hayat - Jîyana Li İstesyonê Destpê Dike - Jaklin Çelik / Üç Başlı Ejderha - Ejdehayê Se Serî - Leyla Erbil / Yeni Kent Dedikoduları - Gelaciyên Bajarê Nû - Müge İplikçi.) Velhasıl Lîs, onca imkânsızlığa ve görmezden gelinmeye rağmen 'eylemlerini' sürdürüyor...


ER YA DA GEÇ...
İşte benim kahramanlarım, o 'eylemleri' tertipleyenler... Mehmed Uzun, Abdullah Keskin, Kawa Nemir, Lâl Laleş, Dilawer Zeraq, Roşan Lezgin, Remezan Alan ve daha niceleri... Yok edilmek istenen dillerini, kimseye müdanaa etmeden, yeri geldiğinde herkese rest çekerek, sessiz, mütevazı ve ağır mesailerle savunanlar yani... Bugün adlarını bilen çok olmayabilir, fakat günün birinde, bu toprakların paha biçilmez hazinelerinden birini korudukları için onlara sadece Kürtler değil, hepimiz teşekkür edeceğiz... 
Ve kim bilir, belki gün gelir, sınırlar kalkar, dünya herkes için koca bir memleket oluverir, ortada savunulacak vatan falan kalmaz... Ama dil dediğin o zaman da yaşayacak, üreyecek, ışık saçacaktır... Mehmed Uzun'un deyişiyle, anadili insanın onurudur, kainatta tek başına kalsa da savunur...


(Milliyet Sanat, Mart 2008)

şair'e övgü...

“çiçek atın yenilmiş asilere...”
Murathan Mungan

Vicdanı yağ bağlamış envai çeşit muhterisin-muktedirin ağzı memleket bekasından söz ede ede kas yapıyor. Öldürülen çocuklara biter bitmez unutulan devlet törenleri, sağ kalan çocuklara saniyesinde müebbet... Ve iki kardeş dağda hâlâ ölümün hükmü sürüyor. Kin, kan, bomba, yurt-ulus-adapazarı, diye sayıklıyor fazla mesaisi ücretlendirilmediği için için için küfreden mağdur ve meşgul Azrail. Kandan yapılma bayraklara büyük-yapıt muamelesi, anasının dilini öğrenmek isteyenlere sapık bekar muamelesi, barış ve kardeşlik istediği için sırtından vurulanlara 'sen zaten hiç olmadın ki' muamelesi... Cehennem yani, ve onun zebanileri...
Ama o cehennem ateşini neyin söndürüp zebanilerin boğazına kanlı ikbal lokmalarını kimlerin dizebileceğini biliyorum ben... Şu sıralar ortada görünmüyorlar fazla, bir kısmı toprağın altında zira, bir kısmı loş odalarda... Mezarlıklarda biten ısırgan otları gibi bazıları, bazıları köşelerinde sessiz sedasız çıban-deşen bıçaklar biliyorlar... Biliyorum ki hayatın kelimelerine çalışıyorlar deliler gibi, bize yaşamanın kıymetini öğretecek mütevazı yaslar hazırlıyorlar, yalanı-ihaneti-soysuzluğu hakikatin heybetiyle teşhir edecek cümleler kuruyorlar...
Onların geçici suskunluğuna dair samimiyetsiz 'ah vah'lar uçuşuyor havada. “Keşke aramızda olsalardı, keşke hayat onların kelimeleriyle birlikte yaşansaydı, ama can çekişiyorlar, ne yazık” deniyor onlar için. İnanmayın, aslında memnun herkes... Onların konuşmadığı yerde bütün dandik tekerlemeler makbul, bütün sefil nakaratlar makul, bütün ölümcül yalanlar mebzul zira... Cümlenin öğelerini bulma yarışması yapıp bütün öğeleri yanlış bulmak mümkün zira...

Ey ahali! Savulun, şairler geliyor... 
Ey katiller! Korkun, şiir yaşıyor...
Umutlanmak, öfkelenmek, sevinmek, gülmek, ağlamak, ruhundaki hakikat iklimiyle tekrar kucaklaşmak isteyenler, açın kitapları okuyun bakın şairler ne diyor...
“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/Her şey naylondandı o kadar...” diyor Uyar. “Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar/Ve dağılmış pazar yerlerine memleket...” diyor Cansever. “Bir günler şölenlerle egemen ülkende/Şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor...” diyor Süreya. “Hayatın orta öğretmeni sustu, dondu gülmeleri çocukların/Bir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz...” diyor Ayhan. 

Bugünün arsız, savaşkan, kansever deliliğini, kendi bin boyutlu, ince, vicdanlı deliliğiyle yine bizzat şiir derdest edip tarihe gömecek, hiç şüpheniz olmasın...
Bakmayın siz Turgut, Edip, Cemal, Ece... öldü diyenlere, geleceğin kızıl kardeş gülleri onların mezarlarında açıyor... 
Bakmayın siz şair can cekişiyor, şiir rahmetlik diyenlere... Didem Madak “çiçekli şiirler” yazmaya devam ediyor... Kemal Varol cümlemizin aşkına “Temmuz'un On Sekizi”nde randevu veriyor... “Koy G.tüne Dünyanın” diye tokatlıyor Cihan Oğuz... Ali Duran Topuz, “Ben ölmeye geldiydim” diye fısıldıyor yolu değişecek olan uykulu yolcuya... Ömer Şişman'la Erhan Altan 'Heves'le kapıya dayanıyor: “Tık tık tık tak... Ve kahve kahve kahve kahve...”

Durmadan, soluk almadan şiir okuma vaktidir...
'Yenilmemiş şairlere' çiçek atma vaktidir...
Mesela 'De Gülüm!' diyen Küçük İskender'e: 

“de gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim
  istanbul darmadağın olacak, saçlarım
  darmadağın. Hepsi, darmadağın!
  üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte,
  ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm
  hem de çelikten toprağını dele dele hayatın!
   
  de gülüm! De ki: bitmiştir umut, bitmiştir
  sevgi, bitmiştir güven!
  güven bana gülüm!
  sana bitmemişliği öğretecek, tattıracaktır
  hasretten-hakikaten-ten değiştiren yüzüm!...”


(Milliyet Sanat, Şubat 2008)